25 Aralık 2014 Perşembe

Neysem O’yum



        “Neysem o’yum.” Pazarlamacılığın dünyaya en son sunduğu şey bu, reklamcılığın gelişimindeki son aşama, bütün farklı olma tavsiyelerinin, “kendin ol”ların ve “Pepsi iç”lerin çok ötesinde bir söylem. Şu an bulunduğumuz yere gelmemiz, ben=ben’in katıksız totolojisine ulaşmamız için kafa yoruldu yıllar boyu. Adam jimnastik salonunda aynanın karşısına geçmiş koşu bandının üzerinde yürüyor. Kadın akıllı arabasının direksiyonuna geçmiş işten dönüyor. Acaba yolları kesişecek mi?

        “Neysem oyum.” Bedenim bana ait. Ben benim, sen de sen ama yanlış giden bir şeyler var. Kitlesel kişiselleşme. Bütün koşulların bireyselleşmesi: hayatın, işin ve de sefaletin. Yaygın şizofreni. Azmış depresyon. Ufacık paranoyak parçalar halinde atomlaşma. Temasın histeriye yol açması. Kendim olmak istedikçe daha büyük bir boşluk hissediyorum. Kendimi ifade ettikçe içim daha da boşalıyor. Kendi peşimden koştukça daha da yorgun düşüyorum. Kendi’mize sıkıcı bir gişe filmi muamelesi yapıyoruz. Tuhaf bir alışverişte kendi kendimizin temsilcisine, neticede bir uzvumuz kesilmiş hissi veren bir kişiselleştirmenin kefillerine dönüşmüşüz. Az çok gizli bir beceriksizlikle iflas noktasına varıncaya dek kendimizi sağlama alıyoruz.

        Bu arada, idare ediyorum. Bir ben, benim bloğum, benim dairem arayışı, en son moda çer çöp, ilişki dramları, kim kimi sikiyor... “Ben”e tutunmak artık hangi protezleri gerektiriyorsa! Eğer “toplum” bu kadar soyutlamadan ibaret hale gelmesiydi, görünmeye devam etmemi sağlayan bir varoluşsal koltuk değnekleri, kimliğimin bedeli olarak üstlendiğim bağımlılıklar kümesi anlamına karşılık gelirdi. Engelliler yarının örnek vatandaşlarıdır. Onları istismar eden derneklerin engelliler için “asgari ücret” ödenmesini talep etmesi bir öngörüden yoksun değil.

        Sağda solda sürekli duyduğumuz “adam ol” buyruğu, bu toplumu gerekli kılan hastalıklı durumun sürmesini sağlıyor. Güçlü ol emri, tam da kendisini sürdüren bir zayıflık üretiyor. İşte bu yüzden her şey, hatta çalışma ve aşk bile, iyileştirici bir nitelik taşıyormuş gibi görünüyor. Bütün bu karşılıklı söylediğimiz “ne var ne yok?” lafları, birbirinin ateşini ölçen hastalardan oluşmuş bir toplum olduğumuz izlenimi veriyor. Toplumsalık artık duvarlardaki binlerce oyuktan ve sığınılabilecek binlerce sığınaktan oluşan bir şey. Dışarıdaki sert soğuktan daha iyi olduğu kesin. Isınma bahanesinden başka bir şey olmadığı için her şeyin sahte olduğu bir yer. Hep birlikte sessizce titreşmekle fazla meşgul olduğumuzdan hiçbir şeyin olmayacağı bir yer. Yakın bir zamanda bu toplum, sadece hayali bir iyileşme uğruna çaba sarf eden tüm sosyal atomlarının gerginliğiyle bir arada tutulabilecek. Akmayan gözyaşlarının devasa barajı sayesinde türbinleri çalıştıran, her daim taşma eşiğinde bir elektrik santrali bu toplum.

        “NEYSEM O’YUM.” Tahakkümün bundan daha masum tınılı bir sloganı olmamıştı hiç. Benliğin daimi bir bozulma halinde, kronik bir çökmek-üzerelik halinde tutulması, günümüzdeki düzenin en iyi korunan sırrıdır. Zayıf, morali bozuk, kabahati kendinde arayan, sanal benlik, üretimdeki hiç bitmeyen yeniliklerin, hızla modası geçen teknolojilerin, sürekli altüst olan toplumsal normların ve genelleşmiş esnekliğin temelde gereksinim duyduğu sonsuz uyum sağlama yeteneğine sahip olan öznedir. O aynı zamanda doymak bilmez bir tüketicidir ve çelişkiye bakın ki asli larva haline dönebilmek amacıyla en kıytırık “en üretken ben” de O’dur.

        O halde NEYİM BEN? Çocukluğundan beri sütün, kokuların, öykülerin, seslerin, duyguların, tekerlemelerin, cisimlerin, işaretlerin, fikirlerin, izlenimlerin, bakışların, şarkıların ve yiyeceklerin meydana getirdiği akışla iç içeyim. BEN neyim? Mekâna, çilelere, atalarıma, arkadaşlarıma, sevdiklerime, olaylara, dillere, anılara, kesinlikle "ben olmayan" her şeye her yönden bağlıyım. Beni dünyaya bağlayan her şey, beni ben yapan bağlantılar, beni meydana getiren unsurlar bana bir kimlik, çıkarılıp gösterilecek bir şey vermezler; belli zaman ve yerlerde “BEN” diyen varlığı doğuran tekil, ortak, yaşayan bir varoluş verirler bana. Uyumsuzluk duygusu benliğin sürekliliğine duyduğumuz aptalca inancın ve bizi biz yapan şeylere yeterli özeni göstermemezin basit bir sonucudur.

        Reebok’ın, Şanghay’daki bir gökdelenin tepesine kondurulmuş “NEYSEM O’YUM” sloganını görmek insanın başını döndürüyor. Batı her yere en sık başvurduğu Truva atını yerleştiriyor: benlik ile dünya, birey ile grup, bağlılık ile özgürlük arasındaki çıldırtan çelişki. Özgürlük, bağlarımızı koparma durumu değil, bağlarımız üzerinde değişiklikler yapmak yönündeki pratik kapasitemizdir. Aile yalnızca sakatlayan mekanizmasını değiştirmeye çalışmaktan vazgeçenler veya bunu nasıl değiştireceklerini bilmeyenler için cehennemdir. İnsanın kendi köklerinden kurtulma özgürlüğü hayali bir özgürlük olmaktan öteye geçmemiştir. Bizi güçlü kılan ve bir arada tutan o çok önemli şeyi kaybetmeksizin kendimizden kurtulamayız.

        “NEYSEM O’YUM”, o halde sadece basit bir yalan, basit bir reklam kampanyası değildir. Aynı zamanda askeri bir kampanyadır. İnsanlar arasında var olan her şeye, insanlar arasında fark edilmeden dolaşımda kalan her şeye, onları görünmez bağlarla birbirine bağlayan her şeye, tamamen yalnızlaşmamızı önleyen her şeye, bizi var eden ve de dünyanın her yerinin sadece gelip geçilen bir yer, bir eğlence merkezi veya yeni kurulmuş bir şehir ,bir yanıyla katıksız bir can sıkıntısı ve tutkusuzluktan oluşurken diğer yandan müthiş bir düzenden, sessizlikten, moleküler arabalar ve ideal metaların dışında hiçbir şeyin hareket etmediği donmuş bir boşluk görüntüsü ve hissi vermediğine bizleri inandıran her şeye karşı yöneltilmiş bir savaş çığırtkanlığıdır.

        Eğer Fransa saatlik üretimde Avrupa şampiyonu olmasaydı, bugün olduğu gibi anksiyete haplarının anavatanı, anti-depresan cenneti, nevrozların Kâbe’si de olmayacaktı. Hastalık, zihinsel yorgunluk, depresyon tedavi edilmesi gereken bireysel rahatsızlık belirtileri olarak görülebilir. Bütün bunlar sadece var olan düzenin devamına, aptalca normları kuzu kuzu kabullenmeme ve koltuk değneklerimin modernize edilmesine hizmet ediyor. Bunlar, bir yandan benim uyumlu, itaatkâr ve üretici eğilimlerimi seçiyor diğer yandan da hissettirmeden benden ayıklanması gereken şeylerin ne olduğunu belirliyor. “Değişmek için asla geç değildir, biliyorsun.” Ama benlik varsayımında başarısızlıklarım bir yıkıma da neden olabilir. Sonra da, bugünkü savaşta direniş eylemine dönüşebilirler. Bizi normalleştirip sakatlamak için kurulan tuzaklara karşı bir isyan, bir güç halini alabilirler. Benlik dedikler, iç dünyamızdaki kriz yaşan bir şey değil; sırtımıza damgasını vurmak istedikleri biçimdir. Aslında hepimiz başka yaratıklar arasında birer yaratık, benzerlikler arasında tekillikler, dünyanın bedenini oluşturan canlı bedenlerken, kendimizi keskin bir şekilde tanımlanan, tek başına, nitelikler çerçevesinde değer biçilebilir, kontrolü mümkün şeyler haline getirmemizi istiyorlar. Çocukluğumuzdan beri bize söylene gelen şeyin aksine, zekâ uyum sağlamayı bilmek anlamına gelmiyor - ama öyle bir zekâ türü varsa bile bu köleliğin zekâsıdır. Bizi köleleştirmeyi hedefleyenlerin bakış açısına göre, tek uyum sağlayamayışımız, bitkinliğimiz sadece sorun. Uyum sağlayamayışımız ve bitkinliğimiz aslında bize yeni suç ortaklıkları için bir başlangıç, bir buluşma noktası işaret ediyor. Tüm tahrip edilmişliklerine rağmen bu toplumun kendi amaçları doğrultusunda oluşturduğu bütün hayal ürünü şeylerden çok daha paylaşıma açık bir manzara ortaya koyarlar.

        Depresyonda falan değiliz; grevdeyiz. Kendi kendilerini idare etmeyi reddedenler için “depresyon” bir hal değil, politik ayrışmaya doğru giden bir geçit, vazgeçme dışarı adım atmadır. O noktadan itibaren ilaç tedavisi ve polis, uzlaşmanın tek yoludur. Tam da bu yüzden bugünkü toplum hiperaktif çocuklarını Ritalin almaya zorlamakta, insanları hayat boyu ilaca bağımlı kılmakta hiç tereddüt etmiyor ve yine bu yüzden üç yaşındaki çocuklarda bile “davranış bozukluğu” bulgulanabildiğini iddia ediyor. Çünkü benlik varsayımı her yerde çatırdamaya başladı.

                                                                                                           s. 13-18
                                                                                                           Yaklaşan İsyan
                                                                                                           Görünmez Komite

24 Kasım 2014 Pazartesi

Dördüncü Mektup

Soğuk, Petrus’un ihaneti, Velemir Hlebnikov ve sonu hakkında.
Mezarı başındaki haçın üstünde yer alan yazıt hakkında.
        Burada aynı zamanda Hlebnikov’un aşkı, sevmeyenlerin acımasızlığı, çiviler, aşk acısı, ve aşk yolunda kurulmuş olan tüm insanlık uygarlığı da sözkonusu edilmiştir.


Sana aşktan söz etmeyeceğim, havanın nasıl olduğundan söz edeceğim yalnızca.
Bugün Berlin’de hava güzeldi.
Masmavi bir gökyüzü ve güneş vardı evlerin tepesinde yükselen. Doğruca pansiyon Marzahn’ın içine, Eichenwald’ın odasına süzülüyor.
Ben dairenin öbür bölümünde yaşıyorum.
Dışarıda güzel bir hava var, serin bir hava.
Bu yıl Berlin nerdeyse hiç kar görmedi.
Bugün Şubat'ın 5’i... Hâlâ aşktan söz etmiyorum.
Üstümde bir güz pardösüsü var, ama eğer dondurucu bir soğuk yapmaya başlasaydı o zaman ona kış pardösüsü demek zorunda kalırdım.
Havari Petrus soğuk yüzünden, İsa’yı yadsımıştı. O gece hava serindi, Petrus, çevresinde kamuoyunun oluştuğu ateşe doğru yaklaştı, din adamları kendisine İsa ile ilgili sorular sordular, Petrus da onu tanımadığını söyledi.
Horoz ötüyordu.
Filistin’de kışın pek öyle soğuk olmaz. Orada hava kuşkusuz Berlin’dekinden çok daha sıcaktır.
Eğer o gece sıcak olsaydı, Petrus zifiri karanlıkta oturacaktı, horoz bütün horozlar gibi boşuna ötmüş olacak, İncil’de de ironi yer almamış olacaktı.
İyi ki İsa Rusya'da çarmıha gerilmedi; bizim oralarda kara iklimi vardır, şiddetli soğuklar olur, kar fırtınaları çıkar: Öyle olmuş olsaydı İsa’nın yığınla tilmizi kavşaklarda, ateşlerin çevresinde toplanır ve onu yadsımak için kuyruk yapardı.
Bağışla beni Velemir Hlebnikov, yabancı yazıların ateşi karşısında ısındığım için. Seninki yerine kendi kitabımı yayımladığım için. Bizim oralarda iklim kara iklimidir üstad.
Tilkilerin kovukları vardır, tutsak olana iyi kötü bir yatak verilir, bıçak gece kılıfına girer, ama senin, senin başını sokacak bir yerin olmadı Velemir.
Vzial dergisi için yazmış olduğun ütopyada öbürlerinin yanı sıra bir de şöyle bir fanteziye rastlanır: “Her insanın hangi kentte olursa olsun, bir oda sahibi olmaya hakkı vardır.”
Bu öyküye bakılacak olursa gerçekten insanın sırçadan bir odası olmalıdır, ama, bence Velemir sıradan bir odayı da kabul ederdi.
Hlebnikov öldü, Yazınsal Anılar’da çenesi düşük yaşlı bir adam “bir baltaya sap olamamış biri” konusunda bir şeyler anlattı.
Mezarlıkta ressam Mituriç mezar başındaki haça şöyle yazdı: “Velemir Hlebnikov, Yerkürenin başkanı(1).”
Demek sonunda gezgin için barınacak bir yer bulunmuştu, sırçadan bir yer değildi, elbette.
Senin yeniden başıboş dolaşmak için dirilmek isteyeceğini hiç sanmam Velemir.
Öbür haçın üstünde de şöyle yazılıydı: “İsa, Yahudilerin kralı.”
Bozkırlarda başıboş dolaşmak, kâh asker olmak, kâh geceleri ambar bekçiliği yapmak, ya da yarı tutsak bir halde Harkov’da, imajinistlerin(2) gürültülü bir gösterisine katılmak senin için güç olurdu.
Bizleri bizler için bağışla ve de öldüreceğimiz insanlar için.
Bizleri yabancı ateşlerle ısındığımız için bağışla.
Devlet insanların zararını üstüne almıyor, İsa’nın zamanında Aramca’yı anlamazdı; genel olarak da insan dilini hiç anlamaz.
İsa’nın ellerini delen Romalı askerler, çivilerden daha suçlu değildir.
Ama bununlar birlikte çarmıha gerilmiş olanların canları çok acır.
Eskiden, Hlebnikov sanki kendi yaşam biçimini farketmiyor gibiydi, gömleğinin kollarının omuzlara kadar yırtık olduğunu, karyolasındaki çubukların üstünde bir şiltenin bulunmadığını, baş yastığına tıkıştırdığı el yazmalarının yitip gitmiş olduğunu farketmiyor gibiydi. Ama ölmeden önce el yazmalarını anımsamıştı.
Ölümü korkunç oldu onun: Septisemiden öldü.
Yatağı çepeçevre çiçeklerle donatılmıştı.
Yakınında erkek doktor yoktu, yalnızca bir kadın doktor vardı, ama Hlebnikov bir kadının kendisine yaklaşmasına izin vermemişti.
Eski anılara dalıyorum.
Kokkala’da geçiyordu bütün bunlar, sonbaharda, gecelerin kapkaranlık olduğu bir dönemde. Kışın Hlebnikov’a bir mimarın evinde rastlıyordum.
Zengin bir evdi burası, mobilyalar Karelya kayınındandı, ev sahibi açık tenli, kara sakallı, akıllı bir adamdı. Kızları vardı.
Hlebnikov da oraya gelirdi: Ev sahibi onun şiirlerini okurdu, anlardı da onları. Hlebnikov kendisine bakılmasından hoşlanmayan hasta bir kuşa benziyordu.
Sırtında eski bir redingot, tıpkı böyle bir kuş gibi, kanatları inik durumda öylece oturur kalır, mimarın kızına bakardı.
Çiçek götürürdü ona ve de yapıtlarını okurdu.
Tümünden de vazgeçerdi Bakirelerin Tanrısı dışında.
Ona nasıl yazmak gerektiğini sorardı.
Kokkala’da geçiyordu bütün bunlar, mevsim sonbahardı.
Hlebnikov orada yaşıyor, Kulbin ve İvan Pugniy’yle komşuluk ediyordu.
Ben gidip Hlebnikov’u buldum ve ona genç kızın bir mimarla, babasının asistanıyla evlendiğini söyledim.
Çok sıradan bir işti bu.
Pek çok insanın bu tür bir derdi vardır. Yaşam oldukça düzenlidir, tıpkı bir yolculuk çantası gibi, ama bizler bir türlü orada yerimizi bulamayız. Yaşam bizleri birbirimize uydurmaya çalışır, bizi sevmeyen birinin çekimine kapıldığımızda da eğlenir bizimle.
Bütün bunlar posta pulları kadar sıradan şeylerdir.
Körfezdeki dalgalar, Kokkala’nın dalgaları da sıradandı. Bugün de hâlâ öyleler. Eskiden metalden, sivri dağ sıralarını andırırlardı. Bulutlar yündendi. Hlebnikov bana şöyle dedi:
“Beni yaraladığınızı biliyorsunuz değil mi?”
Bunu biliyordum.
“Baksanıza kuzum, ne ister onlar? Kadınlar ne ister bizden? Neyi arzu ederler? Ne olursa yapardım. Bambaşka bir biçimde yazardım. Kimbilir belki onlara şan şöhret gerek?”
Deniz sıradandı. Villalarda insanlar uyumaktaydı.
Zeytin Bahçesi’nin şu duasına nasıl karşılık verebilirdim ki?
İçiniz dostlar, içiniz, büyükler ve küçükler, aşk acısını derinliğine çekiniz. Kimsenin bir şeye gereksinimi yok burada. Giriş yalnızca serbest giriş kartlarıyla oluyor. Zalim olmak kolaydır, sevmemek yeter. Aşk da ne Aramca’dan anlar ne de Rusça’dan. Elleri delmeye yarayan çiviler gibidir.
Geyik boynuzlarını dövüşürken kullanır, bülbül yok yere ötmez, oysa bizim kendi kitaplarımız hiçbir işimize yaramıyor. Yara onulmaz bir yara.
Elimizde yalnız evlerin güneş tarafından aydınlatılan sarı duvarları, kitaplarımız ve aşka götüren yolu izleyerek kurduğumuz tüm insanlık uygarlığı kaldı.
Ve bir de uçarı olma temel ilkesi.
Ama ya insan çok acı çekiyorsa?
Her şeyi kozmik ölçeğe aktar, yüreğini kafese kapat, otur bir kitap yaz.
İyi ama hani nerde o beni seven kadın?
Düşlerimde görüyorum onu, ellerinden yakalıyorum, yaşamımın rehberi, mavi gözlü rehber, ona Lucie adını veriyorum ve bayılıp ayakları dibine yığılıyorum ve düşümden kurtuluyorum.
Ey ayrılık, ey gidi bitik beden, dökülmüş kan!

1) Rus fütürizminin kurucularından biri olan Hlebnikov (Velemir Viktor Vladimiroviç), kimilerine göre bir dahi, kimilerine göre de bir deliydi. "Uzam Devletleri"nin yerini alması için kendine göre düşsel bir "Zaman Devleti" kurmuş, kendisini de "Yerkürenin Başkanı" ilan etmişti. 
2) Militan İmajinistler Birliği: Ekim Devrimi'nin hemen ardından, büyük bir şair olan Yesenin'in çevresinde oluşmuş sıradan şairler topluluğu. 


                                                                                               s. 24-27

                                                                                                  Zoo
                                                                                Aşktan Söz Etmeyen Mektuplar
                                                                                                 ya da
                                                                                            Üçüncü Hêloïse

                                                                                            Viktor Şklovski

7 Kasım 2014 Cuma

mini öykü denemeleri - i

bir adam sıradan bir gece yarısı tanrının bilgisine ulaşıyor istemeden kulağına bu yüce bilgi hisli kelimeler biçiminde fısıldanıyor esin rüya ve aşk tanrıçası tarafından adam alışkın olmadığı bilginin sarhoşluğuyla ne yapacağını bilemez bir halde saçmalıyor bocalıyor şımarık davranışlarıyla eşya ve insana saygısızlık ediyor merakına yenik düşerek ayla bütünleşiyor ve alaylı bir bilgelikle dünyaya bakıyor tanrıça ise yeryüzüne inmiş ve şaşkın kendisinden beklenmeyecek halet-i sükut ile dolunayı seyrediyor

"... davullara, türkülere ve büyüye benzeyen sözcükler."

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Türkiye’nin Ruhu

                                                                                                                  25 Mart 1974
(...)

Yeni roman dizisi için notlar:
Bu dünya geçicidir. Bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece kısa ömrü için gereklidir. Bunu unutmamalı. Mezarlıklar bu nedenle gözümüzün önünde bulunmalı. Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. Her şey geçicidir. Belgeler gereksizdir, unutulacak ayrıntıları yazmak anlamsızdır. Belki de unutmak esastır. Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmamalıdır. Putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır. Hıristiyanlık da ikonoklast bir dönem yaşadı; ilk Hıristiyanlar eski Yunan ve Roma'dan kalan anıtları yok ettiler. İslâmlık, özellikle Osmanlı bu işi daha ciddiye aldı. Osmanlı, İslâmlığı ciddiye aldı. İslâmlık put kırıcılığını ciddiye aldı. Osmanlı bunu İslâmlığın ciddiye alınışından da öteye götürdü. Kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. Sorunların sayısını azaltarak mutluluğu arttırmaya çalıştı. Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. Nevzat Tandoğan, yakalanıp yanına getirilen bir solcuya, ‘Bu memlekete komünistlik gerekirse onu da biz getiririz. Sana ne oluyor?” demişti. Bireye ne oluyordu? Yahya Kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. O, geleneği temsil ediyordu. Onunla tartışılmazdı. Kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, ‘Kim bu adam?” demişti. Osmanlı gösterişi sevmiyordu. Küçük saraylarda, ahşap evlerde oturuyordu. Tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. Bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için bir araçtı. Bunun yanısıra halk, kendi düzenini ayrı bir biçimde geliştirdi. Bugün Saray dili yaşamadı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmî dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. Bu bakımdan Devlet, Kafka’nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye çok benzer. Lale Devri bir bakıma istisnadır. Devlet her türlü eleştiriye kapalıdır. Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır; felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdet-i vücud'dur. Şiirde, divancılar ‘biz’diye seslenir. Eleştiri çirkini güzelden ayırır; oysa çirkin yoktur. Kapalı sistemdir bu. Ülkücü insan yoktur. Ülkücülük bireyciliktir. Özgün sanat yoktur. Usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. Bir bakıma gelenek de yoktur. Usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz; yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür. Ne ruhun ölümsüzlüğü, ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz. Batıya olduğu kadar, Doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu’dur, Kenar ‘Batı’dır. Ne Doğu’dur, ne Batı’dır. Kafka’nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler. Bizim ‘ilk günah’ımız belki de budur: Kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur. Fütuhat da, herkese ve her şeye boyun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. Bir şehire kapanıp, bütün ülkenin saldırısını bekleyen sarayın korkusudur bu. Sarayı kaleye çevirenlerin korkusudur. Kardeşleri tarafından öldürülmeyi bekleyen Saray’ın korkusudur. Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden, hattâ dinden korkmaktur by. Halk Partisi’nin Köy Enstitülerinden korkmasıdır. Demokrat Parti’nin modern resimden korkmasıdır. Bazı solcuların modern edebiyattan, modern sanattan korkmasıdır. Halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır.  Korkunun sonucu yabancılaşmadır. Yeni yazarların kelimeler icat ederek azınlık olma telâşıdır, toplumsal sorunlara eğilerek kendini tanıma korkusudur. Kavram kargaşası yaratarak temel kavramlardan uzaklaşma çabasıdır. Temel kavramların onu bir hiçe indireceği korkusudur. Korku ortadan kalkarsa postunu kaybedeceğinden korkan tekke şeyhinin korkusudur. Bunun için müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır, ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın. Her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ‘ilk günah’ımız budur: cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. Hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu farketmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Bilim bunun için tehlikelidir, felsefe bunun için tehlikelidir, ‘deneme’ bunun için tehlikelidir, roman ve hikâye bunun için tehlikelidir. Belirli kalıplar içinde kalan şiir bunun için tehlikesizdir. Taklitçi olmayan Batıcılık bunun için tehlikelidir. Gerçeği arayan Doğu bunun için tehlikelidir.

Bunun yanında, halkın ‘oyunlar’ dışında kalan bölümü başka türlüdür. Aynı biçimde hisseden aydın, başka türlüdür. Halk, her şeye rağmen sanatını sürdürmüştür. Fuzulî, rüşveti şikâyet etmiştir, Ramazanın yaşamasız düzenine karşı çıkmıştır, meyhaneyi övmüştür, Nedim de öyledir, Nefi de, Ruhîi Bağdadi de. Birçok insan, birçok söz de bu arada kaybolup gitmiştir. Bu bakımdan sözlü gelenek araştırılmalıdır. Yazılanlar, korkunun onayından geçtiği için, ağızdan ağıza dolaşan sözler önemlidir. Ayrıca bütün eski uygarlık kalıntılarını halkın mı, yoksa başkalarının mı yok ettiği araştırılmalıdır. Halk içinde ‘pagan’ efsanelerin yaşaması önemlidir. ‘Konuksever’ olarak bilinen bir halk, kapalı bir sistem yaratabilir mi? ‘Türk’ kelimesi, Osmanlı Devletinde yüzyıllar bolunca aşağılayıcı bir deyim olarak kullanıldığı halde, sonunda bu devlete Türkiye Cumhuriyeti sahip çıkmıştır. Ayrıca, birkaç kafatası meraklısının dışında bu Türk, ‘Turan’ ülkesinin değil, Anadolu insanı olarak önem kazanmıştır. ‘Turan’da yaşayan Türkler, daha düzenli bir rejim içinde oldukları halde Anadolu insanı kadar varlık gösterememiştir.


Romanın kahramanı halkı içinde duyan bir aydındır; ama halkın bütünüyle onu anlaması mümkün değildir. Bununla birlikte onun kendilerine yabancı olmadığını bilirler. Kahraman onlardan bir şeyler taşıdığını bilir, ama onda fazlalıklar da vardır, kahraman bilinçlidir. Yoksunluğun erdemlerini bilir. Ne yazık ki yoksunluk içinde yetişenlerin çoğu, halka yabancılaşma çabası içindedirler. Toplumcu olanların cogu böyledir. Küçük hesapların peşindedirler. Aslında ünlü olmak ve rahat bir yaşantıdır umdukları. Dergiler çıkarırlar, aslında burjuvanın hizmetindedirler. Ulaşamayacaklarını düşündükleri güzellikleri de kötülerler... Bunlar da kahramandırlar, yaşantıları olmayan kahramanlar, insan taklitleri. Geçmişte de örnekleri vardır. Korku düzeninin vazgeçilmezliğine inanırlar bilinçli ya da bilinçli olarak. Yeteneksizdirler. Romanın bir kahramanı da yaşantısı renkli, ama bunun üstüne çıkamayan bir yarı aydındır. Duyarlığı kararsızdır, halktan uzaktır. Bir başkası da her şeye olumsuz öfke duyar, halka hırslanır. Yabancılaşmayı bilinçli olarak ister.

Romanda, birey olma düzeyine gelememiş olanlar, tek insan gibi değil, bir sürü olarak -biraz destansı- anlatılacak. Onlar zaman boyutunun da biraz dışındadırlar. Geçmişteki örneklerinden çok farklı değildirler. Oysa tek kahramanlar yer yer diyalektik bir sıçrama gösterirler zaman boyunca. Kendi toplumlarının damgasını sürüye oranla daha çok taşırlar. Yalnız bunlar da toplumun evrensel korkusuna yabancı değillerdir. Bu korkunun bilince varmış olsalar bile hareketlerinde çoğu zaman onun etkisinden kurtulamazlar. Bu bakımdan olumsuz tiplerdir. Bir de her dönemin başarılı kahramanları vardır. Bunların çoğu uzlaşımcıdır ve bir sürü tipinin becerikli örnekleridir. Bir de devlet var tabii. O da kolektif kahramandır. Sıçrama gösterdiği ender zamanlarda başarısızlığa uğrar. Bizim insanımız da başka türlüdür, devletimiz de. Onda tesüdüfi olan, rasyonel olmayan, keyfi unsurlar çoktur. Batıya benzemez. Sıcak bir görünüm alır aklın dışına çıktıkça; fakat bizde insana da devlete de güvenmeye gelmez; pahalıya mal olur sonra. 

Bu, olaylı bir romandır. Fakat gene yer ve zaman pek belli değildir. Çünkü insanında henüz bu kavramlar tam olarak gelişmemiştir. İnsan henüz toprağa yerleşmemiştir, kafasında geçmiş, bugün ve gelecek tam ayrılmamıştır. Bu yüzden çeşitli dönemler bir arada verilir, bir arada yaşanır. Tarihi boyunca hemen hiçbir toplumu, belirli bir dönemin malı olduğu bilincine varmamıştır. Her yüzyılda, başka yüzyılların toplulukları yeralır. Bu bakımdan karmaşık bir toplumdur. Bu toplumların ortak yanı onlara hâkim olan dış etkenlerin aynı oluşu ve hepsinin de kendi içlerinde bile bir anakronizm yaşamakta oluşlarıdır. Hiç biri olduğu gibi olmaktan memnun değildir. Hepsi de kapalı sistemin kurbanıdr. Çünkü özelliklerini tanıyarak kendilerine göre bir yaşantı kuramamışlardır. Batıya hayır, ama ne yapmıştır bu olumsuz cevaptan sonra?

Halkın yaşantısı canlıdır; çünkü gerçek olmayan bir halk düşünülemez; ama burjuva olmaya çalışan, aydın olma özentisi içinde çırpınan azınlığın yaşantısı ölüdür. Yakıştırmadır. Büyük caddeler, yüksek yapılar suskunluk içindedir. Bu da kapalı bir sistemdir; üstelik kuralları yoktur. Her ailenin çocukları dağılır gider. Yaşantısızlıklarını gürültüyle örtmeye çalışırlar; partiler, araba yarışları, uyuşturucu maddeler, aşırı cinsel ilişkiler, para kazanma. Batılı ağabeylerinin sönük kopyalarıdır hepsi aslında. Boyutları küçüktür; bunların da kahramanları vardır; ama hemen soluklaşırlar, aleladeleşirler. Oyunu sonuna kadar götürecek güçleri yoktur. Çoğu bir ‘turist’ gibi yaşarlar ülkede. Gerçek kapitalistler bunların arasında görünmezler. En nadir kuşlar bunlardır. Devletin başında olanlardan daha özgün ve ilginç kişilikleri vardır. Yalnız iş dünyasında çoğunlukla kolaya kaçtıkları için bu bakımdan renksizdirler.

Üçlü bir roman dizisi olursa insan-devlet-toplum temalarına göre ayrılabilir. (Bu ayrım kesin değil.) Devlet bölümünde savaş önemli yer turar. Ayrıca savaş, bu üç temanın birbirine en çok yaklaştığı olaydır. Askerlik, insanı devlet içinde eriten en önemli etken olarak görülüyor. Kişiliğini bulamayan insan, daha büyük saydığı bir kavram içinde ezilmekle, sanki onun kişiliğini ediniyor, öyle hissediyor. Bir şey adına hareket ediyor artık. Burada tek kişi önemsizdir. O halde onun önemsiz bir kişiliği olması da önemsizdir. Memur da bir bakıma öyledir. Halktan kopan her halk adamı da öyledir. Toplumcularımız da çoğunlukla aynı biçimde hissettiği için asker-aydın yakınlaşması belki de bu ruhsal temele oturuyor. Eskiden insanımız ‘kapalı’ olduğu için dünyanın farkında değildi. Bugün bütün dünyanın ‘müktesebat’nının korkunçluğunu artık hissettiği için eskiye dönmek istiyor. Onu ‘Kaybolan Cennet’ gibi görüyor. Bakalım ne yapacak? (Acıklı)

Biz insanı anlatıyoruz, biz çıkmazı çözümlüyoruz. Onu seviyorsak, çizdiğimiz resim bir aydınlık getirir.  Biz onu olduğu gibi sevimli buluyoruz. Nasıl olduğunu seziyorsak inandırıcı bir resim çizeriz. Bir köşesinde biz de yer alırız. Burada insanı çok tezatlı yönleriyle belirtmek önem kazanıyor. Çağında yaşamayan ve tutarsızlıkları aynı anda hisseden insanımız, 28 M. Çelebi’nin tiyatroya şaşırması gibi özelliklerinin yanısıra Aksaray’daki meyhanede rasladığım emekli Balıkhane memurunun Gogol demesi gibi şaşırtıcılık da taşıyor.

                                                                                                                    s. 90-104
                                                                                                                    Günlük
                                                                                                                    Oğuz Atay 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Mayakovski ve Brik’ler

(1) Oysa, Elsa Triolet'yi bir toplantıdan sonra evine götürdüğü zaman Moskova yakınlarındaki Malahovka'da Lili Brik'le karşılaşmıştı. "En sevinçli günlerden biri", Mayakovski'nin Brik'lerin Petrograd'daki evinde Elsa'yı görmeye geldiği 1915 temmuzu içindedir. Mayakovski'nin şiirine tutkun olan Elsa, hemen hiç tanımadıkları bu akıma "önyargıyla" karşı çıkan Brik'leri kendi coşkun sevgisine ortak etmek istiyordu. Lili Brik, "Anılar"ında o günü şöyle anlatıyor:

...Elsa'nın kulağına: "Sakın ondan şiir okumasını isteme," diye fısıldamıştık. Ama o yalvarıp yakarmalarımıza kulak asmadı ve biz, böylece ilk kez "Pantolonlu Bulut"u dinledik. Yer kazanmak üzere, iki odayı birleştiren kapı çıkarılmıştı. Mayakovski, kapının pervazına yaslanmış, ayakta duruyordu. Ceketinin iç cebinden küçük bir defter çıkarmış, şöyle bir göz atmış, sonra yine cebine koymuştu. Gözlerini bana dikmiş dalgın dalgın bakıyordu. Sonra, kalabalık bir dinleyici karşısındaymış gibi, bakışlarıyla bütün odayı taradı, girişi okudu ve birden bana dönüp, unutulmayacak, coşkunluğu dizginlenen bir sesle, şiir değil de düzyazı okuyormuşçasına sordu:


                                            Sıtma sanıyorsunuz, değil mi?
                                            Oysa Odesa'daydı, Odesa'da...

Başlarımızı kaldırıp gözlerimizi ona dikmiştik, şiiri bitirene dek bakışlarımızı bu olağanüstü gösteriden ayıramadık. Mayakovski duruşunu bir kez olsun değiştirmedi. Hiçbirimize bakmıyor, ağlayıp sızlıyor, alay ediyor, kızıp köpürüyor, hakkını arıyor, sayıklıyor ve her bölümün arasında kısa bir süre duruyordu. Bir de baktık bitirmiş, masaya çökmüş, bile bile takındığı kayıtsızlıkla çay istiyor. Ben, elim ayağıma dolaşarak bir çay dolduruyorum ona semaverden, yüzüm al al, Elsa'nınsa ağzı kulaklarında -olacakları adı gibi biliyordu çünkü!

İlk kendini toparlayan Ossip Maksimoviç oldu. Böyle bir şeyi aklının köşesinden geçirmemişti! Söyleseler inanmazdı. O güne dek öğrendiği şiirlerin tümünden üstündü işittiği! Ve Mayakovski, bundan böyle tek satır bile yazmasa, ozanların en büyüğüydü! Şiir defterini aldı, bütün gece vermedi. Nicedir düşünü gördüğümüz, beklediğimiz şeydi bu. Son zamanlarda hiçbir şey okumak gelmiyordu içimizden. Yazılan bütün şiirleri kişiliksiz buluyorduk -kim yazıyordu bunları? ne için yazıyordu? nasıl yazıyordu?

Mayakovski Elsa'nın yanına oturmuş, reçel atıştırıyordu. Durmadan gülüyor, o iri, çocuksu gözleriyle sağa sola bakıyor, büyük bir gürültüyle burnunu siliyordu. Benimse dilim tutulmuştu.

Mayakovski şiir defterini aldı Ossip Maksimoviç'ten, masaya koydu, ilk sayfasını açtı, ve çoktan kararlaştırmış gibi: "Bu şiiri size adayabilir miyim?" diye sordu, sonra, özene bezene yazdı şiirin başına: Lili Yurevna Brik'e...

                                              Ossip Brik, Lili Brik ve Mayakovski
 
1915'de, yirmi dört yaşındaki Mayakovski hatırı sayılır bir ozandır. Resim sanatındaki yeni akımlara -özellikle kübizme- bağlı öncü şiir okulunun, rus gelecekçiliğinin (fütürizminin) temel direklerindendir; bu şiir okulu, özellikle ülkenin belli başlı kentlerinde düzenlenen "şiir geceleri"nde, bile bile seçilen kışkırtıcı, hop oturup hop kaldırtıcı bir tutumla halkın şiir beğenisi sark!smak, değiştirmek istemektedir. Gelecekçilik bir süre çocukluk sayıldıktan sonra, Blok'dan Gorki'ye uzanan yazın ustalarınca bile ciddiye alınmaya başlar; bunda, akımı benimseyen güçlü kişilerin ve özellikle Mayakovski'nin payı büyüktür; tiyatrodaymış gibi şiir okumaya bayılan bu apaş tavırlı harika çocuğun daha o zamandan son derece güçlü yapıtları vardır: "Vladimir Mayakovski" adlı tragedya ile (1913), "Pantolonlu Bulut" (1914-1915), "Savaş ve Evren" (1915-1916), "İnsan" (1916-1917) adlı şiirler bunlar arasındadır.

Mayakovski'nin gençliği bin bir sıkıntı içinde geçmiştir. Bir orman ve su işleri memuru olan babasının ölümü Moskova'ya taşınan ailesini açlığın ve yoksulluğun kıyıcığına getirmişti. Genç yaşta gizli Bolşevik hareketlerine katılması, derken tutuklanması lise öğrenimini yarıda bıraktırmıştı. Ozanlığa başladığı zaman, bir tür Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim çalışmaktadır.

Brik'lerle, Petrograd'da, kendi deyimiyle "ömrünün en sevinçli günlerinden birinde", 1915'de tanışmıştır. (1)

"Pantolonlu Bulut" gerek Brik'leri, gerekse içlerinde Jakobson ya da Şklovski gibi Rus biçimciliğinin beli başlı öncüllerinin bulunduğu sanatçı dostlarını alabildiğine etkilemiştir. Böylece Mayakovski, Moskova'nın derbeder çevresinden sıyrılıp bambaşka bir çevreye girecektir. Onun aracılığıyla, Moskovalı vahşi gelecevkçi takımı, şiire yeni yeni biçimler getirmekte olan yarı üniversiteli aydın takımının ortaklığından yararlanacak, buna karşılık onlar da biçimcilere ayrıcalıklı bir şiir malzemesi getireceklerdir. Gelecekçilikle biçimciliğin kaynaşmasından "sol sanat" kavramı doğmuştur. Gece kulüplerinde, Mayakovski'nin okuduğu şiirlerin ardından, Şklovski bir konuşma yapmaktadır.

Brik'lerle Mayakovski arasındaki çarpılma karşılıklıdır. Ossip Brik, "Pantolonlu Bulut"u kendi parasıyla bastırmak ister. Genç ozan, karı koca Brik'lerin yanında bütün yabanlıklarından arınır. Hemen ısınır aile yaşamına, Brik'lerden geçemez olur.

1915-16 yılları, Mayakovski'nin Lili Brik'e duyduğu tutkunun tepe noktasına çıktığı ve yüreğindeki kaynaşmaların "Omurgalı Flüt" (1916) şiirine yansıdığı dönemdir.

Mayakovski artık iyice olgunlaşmıştır, çevresinde dostluğun ve öncü görüşlerin kaynaştırdığı bir ozan, eleştirmen ve ressam takımı vardır ve bu takım devrimlerin birbirini kovalayacağı 1917 yılına hazırlanmaktadır.

Mayakovski ve arkadaşları, geleneğe bağlı aydınlar takımının yüz vermediği Ekim Devrimi'ne daha ilk günden ve canla başla katılacaktır.


Onlarca, toplumsal sarsıntı, beğeni devrimi için gerekli ortamı yaratacaktır. Petrograd'da, Mayakovski'yle dostları, özellikle Brik'ler, Sovyet ekiminin önde gelen organlarına her şeyden önce yapıcı bir yön vermeye çalışmaktadırlar. "Halk Sanatı" dergisinin egemen olduğu, biçimci ozanlardan seçilmiş derlemelerin yayımlandığı ("Şiir Dilini İnceleme Derneği'nin kurulduğu) Şagal'ın, Maleviç'in ve Tatlin'in el üstünde tutulduğu dönemdir bu. O günlerde Mayakovski  yoğun bir etkinlik içindedir. 1918'de, siyasal konulu, yarı alegorik, yarı gülünç oyunu "Dinsel Güldürü" müthiş bir başarıya ulaşır. 1919-1920 arası, karmaşık yapılı, devrimci bir söylence şiiri yazar: "150.000.000". Biçimsel yapısıyla genç biçimci eleştirmenleri, yayma olanaklarıyla da siyaset adamlarını etkileyen yepyeni bir sinema sanatı yaratır. Ve işte o sırada, Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki halk temsilcisi Lunaçarski'nin arabuluculuk çabalarına karşın, devrim yetkilileriyle öncü sanatçılar arasında ayrılık başgösterir. Ayrıca, iç savaş ortalığı kasıp kavurmaktadır. 1919'da devrim tehlikededir, kıtlık insanları kırmakta, herkes, sert bir hava içinde Moskova'ya sığınmaktadır. Karınlar aç, hava soğuktur. Mayakovski'yle Brik'ler, durum ve koşulların dört bir yana savurduğu eski dostlardan yoksun, tek başlarına katlanacaklardır bu zorlu denemeye. Mayakovski, devrimci tutkusuyla yapıcılığını birleştirmiş, en keskin anlatım yoluyla insanlara seslenmekte, gece gündüz çalışmakta, varolmayan gazetecilerin yerine, devrim savaşının günlük izleklerini yansıtan afişler çizip basmakta. Bu afişler, Mayakovski, Brik'ler ve dostlarınca elle çoğaltılmakta, Rus Telgraf Ajansı (ROSTA) hesabına, boş dükkanların camekanlarına yapıştırmaktadır; şiirlerinden birinin o garip başlığı, "Rosta Pencereleri" de işte burdan gelmektedir; "bir avuç ressamın, yüz elli milyonluk topluma elle haber ulaştırmaya çalışması" akıldığı bir girişimdir. Bu arada, kağıt sıkıntısı yüzünden, yazın hemen hemen ağıza dökülmüş gibidir. Hele şiir iyice gözdedir. Kahvelerde, gençlerle izne çıkmış askerlerin doldurduğu buz gibi dersanelerde ateşli şiirler okunmaktadır. Mayakovski, Rus yazınının bu coşumcu çağına yoğun bir biçimde katılmaktadır. Şiir okuma, söylev ve "tartışma" konularındaki yetenekleri de işte bu sıralarda dillere destan olacaktır. 1927'de, Devrim'i kutlamak üzere yazığı "İşler Yolunda" adlı şiirinde, o günleri heyecanla anacaktır:

    Tüfeklerin
             ve top gümbürtülerinin
                                                      ortasında
    Bir ada gibi
                 Moskova.
                             ve adanın üstünde
    bizler,
           aç, yoksul,
    kafamızda Lenin
                          elimizde tabanca
          Claude Frioux

                                                                           s. 9-13
                                                                                               Lili Brike Mektuplar
                                                                                               Vladimir Mayakovski