12 Eylül 2016 Pazartesi

Ricat

...

Boynun hatırladığım bir kuğu hüznü

Bir karınca sürüsünü görsen karınca olup
Düşerdin kâfilenin önüne, susamış atlar için
Irmak olurdun dağ serinliği okşardı yelelerini
Yahut bir bulut ağardı şehlâ sessizliğine
Sen seni aynalarda değil deli sularda denedin
Ormana tütüne yüzüyle konuşan bir halktın
Şimdi bütün bunların kefâreti isteniyor senden
Ay utancından kıpkızıl, çöle dönüyor coğrafya
Bedevileşen devletin mülkü olsun diye

Karıncayı ay'ı ormanı şehri unutma

...
                                                                                                              Ahmet Telli
                                                                                                          Varlık, Ocak 2016

3 Haziran 2016 Cuma

Kızlar

Oraya gittiğimde daha vakit erkendi, ben de lobide saatin yanındaki deri kanepelerden birine oturup kızları seyrettim. Bir sürü okul çoktan tatile girmiş, millet evine gelmişti, yaklaşık bir milyon tane kız oturarak veya ayakta, buluşacakları oğlanların gelmesini bekliyordu. Bacak bacak üstüne atmış kızlar, bacak bacak üstüne atmamış kızlar, felaket bacaklı kızlar, rezalet bacaklı kızlar, harika görünen kızlar, bir tanısanız ne orospu olduğunu bileceğiniz kızlar. Gerçekten güzel bir manzaraydı, beni anlıyorsanız eğer. Bir bakıma, biraz da moral bozucuydu, çünkü durmadan hepsinin başına ne rezillikler gelecek diye meraka düşüyordunuz. Yani liseden veya üniversiteden sonra. Herhalde çoğu, sersem heriflerle evlenecek diyordunuz. Hep o lanet arabalarının mil başına kaç litre benzin yaktığından bahseden herifler. Golfte, ya da pingpong gibi salak bir oyunda size yenildikleri için çocuk gibi kızan herifler. Çok ters herifler. Çok sıkıcı herifler. Hiç kitap okumayan herifler.


J. D. Salinger
Çavdar Tarlasında Çocuklar
s. 120 (YKY 6. Baskı 2002)

10 Nisan 2016 Pazar

Kâküllü Kız

Bir keresinde bir kıza âşık olmuştum. Üzerinden biraz zaman geçti. Kâkülleri vardı. O zamanlar yirmi yaşındaydım ve aptalca fikirlerle dolu bir karmaşaya kaptırmıştım kendimi. Örneğin, birisinin çok tatlı bir çocukla tanışıp ondan çok hoşlanacağına, hatta onunla evlenebileceğine buna rağmen bu çocuğun başka çocuklarla yatmasına razı olacağına, bunun gereksiz öfkelere, gözyaşlarına yol açmadan bir çocuktan gıdık alır gibi yaşanabileceğine inanırdım. 

(...)

Charlotte ise yalnızca iki sutyeni olan kadınlardandı, ikisi de gri iki sutyeni olan kadınlardan. Ama bir süre sonra, eğer dikkat ederseniz, onunla günün hangi saatinde çarpışırsanız çarpışın (sessizce ağır ağır yürü, nereye gittiğine bakmazdı, yani ona çarpmaktan başka şansınız yoktu) sanki yataktan yeni çıkmış gibi görünmeye bir yatklınlığı olduğunu fark ederdiniz, bu yatkınlığın "BAZI KIZLARDA OLAN ÖZELLİKLER" başlığı altında incelerseniz "YATAK ODASI BAKIŞLARI" ya da "AKLINA HER ZAMAN SEKS VARMIŞ GİBİ" başlıklarıyla inceden de olsa bir ilişkisi vardı ve işe yarıyordu.

(...)

Birlikte geçirdiğimiz vaktin çoğunda onun odasındaydık. Bir ilişkinin başlarında pek dışarda olmak gerekmez. Odası iğrenç bir koza gibiydi, diz boyu pislik içinde; sizi içine alıp kapalı tutacak türden bir odaydı. Duvarında saat yoktu, kol saatim de dağınıklığın içinde kaybolup gitmişti, böyle olunca zaman da bir şeylerin yozlaşması gibi akıp gidiyordu; meyvelerin çürümesi, bakterilerin üremesi, sigaralarımızı söndürdüğümüz vazoda izmaritlerin birikmesi gibi. Şu elmayı çeyrek geçiyordu. Şu leke ayının üçüncü cumartesiydi. Bu şeyler nahoş ve yorucuydu. Charlotte entelektüel değildi, verdiğim kitaplara bir çocuk Noel hediyelerine nasıl davranırsa öyle davranıyordu ─ilk gün hayranlıkla, sonraysa hızlı gelen bir bıkkınlıkla─ bir hafta geçmeden kitap odanın bir köşesine fırlatılıp dağınıklığın altında kayboluyordu; haftalar sonra sevişirken romanın sırtıma yapıştığını hissederdim, ya da ayak parmaklarımda kâğıt kesikleri olurdu. Yatak denebilecek bir şey de yoktu odada. Yalnızca zeminde odanın geri kalanından azcık daha temiz bir alan vardı.

                                                                                                               Zadie Smith
                                                                                                             Notos 50; 54-59

10 Şubat 2016 Çarşamba

Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri

Hikâyeden çok bir soruydu aslında bu: Gün ortasında güneş tutulduğu için kendiliğinden köye dönen koyun sürüsünü ağıla kapatıp evine dönen ihtiyar bir çoban, çok sevdiği karsını yatağında âşığıyla yakalıyor, bir an kararsızlık geçirdikten sonra, eline geçirdiği bıçakla ikisini de öldürüyordu. Teslim olduktan sonra, kadı önünde kendisini savunurken karısını ve sevgilisini değil, kendi yatağında gördüğü, hiç tanımadığı bir kadınla âşığını öldürdüğünü söylerken, çobanın ileri sürdüğü mantık çok yalındı: Yıllardır aşkla birlikte yaşadığı, inandığı, tanıdığı 'kadının' bunu 'kendisi'ne yapmasına imkân olmadığına göre, 'kendisi' de yataktaki 'kadın' da aslında başka biriydiler. Çoban bu şaşırtıcı değişime, güneşin de verdiği olağanüstü işarete güvenerek hemen inanmıştı. Bir anda büründüğü ve hatırladığı o başka kişiliğin suçunun cezasını çekmeye elbette hazırdı çoban, ama yatağında öldürdüğü kadınla erkeğin de, evine girip  yatağının nimetlerinden hayasızca istifade etmiş iki hırsız olarak görülmesini istiyordu. Cezasını ne olursa olsun, çektikten sonra, güneşin tutulduğu günden beri göremediği karısını aramaya yollara düşecek, onu bulduktan sonra da, kaybettiği kendi kişiliğini, belki de karısının yardımıyla aramaya başlayacaktı. Kadı, çobana ne ceza vermişti acaba?

                                                                                                         Kara Kitap
                                                                                                       Orhan Pamuk

29 Ocak 2016 Cuma

Uyuyamıyor musunuz?

(...)

Hâlâ uyuyamamışsam sevgili okurlarım, anılarının izini sürerek kaybettiği sevgilisinin suretini arayan mutsuz âşık olur, şehrin her kapısını açar, afyon içilen her odada, hikâye anlatılan her mecliste, şarkı söylenen her evde kendi geçmişimin ve sevgilimin izlerini ararım. Bu uzun yolculuklarım sırasında hafızam ve hayal gücüm ve oradan oraya sürüklenen benim hayallerim yorgun düşüp pes etmemişse hâlâ, en sonunda, uykuyla uyanıklık arasındaki o mutlu belirsizlik anlarının birinde önüme çıkan ilk tanıdık mekâna, uzak bir dostun evine ya da yakın bir akrabanın boş kalmış konağına girer, belleğimin unutulmuş köşelerini yoklar gibi kapıları aça aça bulduğum odaların sonuncusuna girer, mumu sondürür, yatağa yatıp, uzak, yabancı ve tuhaf nesneler arasında uyurum.

                                                                                                                Kara Kitap
                                                                                                            Orhan Pamuk