4 Eylül 2015 Cuma

bağzı fotoğraflar (ve hikâyeleri)

















"Bir gün çocuklarımızın merakla, anne babalarının inişsiz çıkışsız, düzenli, resimlerin dondurduğu gibi durağan hayatlar yaşadıklarını, sabahları kalkıp hayatın kaldırımlarını gururla adımladıklarını sanarak, bizim esas yaşantılarımızın, esas gecelerimizin hırpani deliliğini, bitikliğini, cehennemini ve o anlamsız yol kâbusunu akıllarının ucundan bile geçirmeden bakacakları fotoğraflardı bunlar. Hepsi sonsuz ve başlangıçsız bir boşluğun içinde. Umursamazlığın dokunaklı türleri."

                                                                                       Yolda - Jack Kerouac



"Yetişkin yıllarında, oradan oraya dolaşıp durduğum sıralarda kaybettiğim hazineler arasında Annabel'i, anne babasını ve aynı yaz, teyzemi baştan çıkarmaya çalışan, Mr. Cooper adında, ağırkanlı, orta yaşlı, hantal bir beyi bulvar kahvelerinden birinde, bir masanın çevresinde gösteren, teyzemin çektiği fotoğraf da vardır. Tam o sırada çikolatalı dondurmasına eğilirken yakalandığı için çok iyi çıkmamıştır bu fotoğrafta Annabel, öyle ki (resmi hatırladığım kadarıyla) güneşli bir lekeye dönüşen şirinliği içinde tek seçilen zayıf, çıplak omuzları ve ortadan ayırdığı saçının çizgisi olmuş. Fakat ötekilerden biraz uzakta oturan ben, dramatik bir gösterişlilik içinde çıkmışım; üstünde koyu renk bir spor gömlek, iyi dikilmiş beyaz bir şort, ayak ayak üstüne atmış, yan durmuş uzaklara bakan efkârlı, kalın kaşlı bir oğlan çocuğu... Bu fotoğraf o uğursuz yazın son günü, kaderi değiştirmek, için giriştiğimiz son umarsız çabadan birkaç dakika önce çekilmişti."

                                                                                 Lolita - Vladimir Nabokov



 



sıradan fotoğraflar, özel insanlar tarafından ısıtılıp donuk hallerinden kurtarılabilir kimi zaman. müzik de hikâye anlatmanın bir yolu. (belki de fotoğraflar özeldir de sadece bazı insanlar "o"nu görüp, yakalar.)



            

 




fotoğraflardan ziyade, eski el kamerasıyla çekilmiş, videolu fotoğraf albümü kısımlarında yukarıdakilerle benzer tonlara yaklaşan, Stories We Tell isimli özel bir belgesel var bir de.




 

18 Haziran 2015 Perşembe

Kaos

KAOS ASLA ÖLMEDİ. Başlangıçta var olan yekpare kütle, tapılacak biricik canavar, durağan ve kendiliğinden, herhangi bir mitolojiden daha kızılötesi (Babil’in önündeki gölgeler gibi), varlığın özgün, ayrımlaşmamış birliği, hâlâ daha sükûnetle ışın saçıyor: Suikastçıların kara sancakları gibi, gelişigüzel ve ebediyen sarhoş.

Kaos, tüm düzen ve entropi ilkelerinden önce gelir, o ne bir tanrıdır ne de bir sinek kurdu, onun ahmakça tutkuları olası her koreografiyi kuşatıp tanımlar, manasız tüm eterleri ve filojistonları[1]: maskeleri kendi çehresizliğinin kristalleşmeleridir, tıpkı bulutlar gibi.

Doğadaki her şey mükemmel bir biçimde gerçektir bilinç de dahil, kesinlikle dert edecek hiçbir şey yok. Yasanın boyunduruğu kırılmakla kalmadı, asla var olmadı da; iblisler asla yıldızlara bekçilik etmedi, İmparatorluk hiç başlamadı, Eros asla sakal bırakmadı.

Yo, dinle, gerçekte olan şuydu: sana yalan söylediler, iyi ve kötüye dair fikirlerini sana yutturdular, bedeninden şüphe etmeni ve kaos peygamberliğinden utanç duymanı sağladılar, moleküler aşkın için tiksindirici sözcükler icat edip, seni ihmalle afsunladılar, uygarlık ve onun tefeci duygularıyla içini sıktılar.

Oluş diye bir şey yok, ne de devrim, mücadele ya da yol; hâlihazırda sen kendi teninin şahısın – çiğnenmesi mümkün olmayan özgürlüğün tamamlanmak için yalnızca diğer şahların sevgisini bekliyor: bir rüya politikası, göğün maviliği kadar ivedi.

Tarihin tüm aldatıcı gerçekleri ve tereddütlerini aydınlığa çıkarmak için efsanevi bir Taş Devri ekonomisi gerekiyor — rahipler yerine şamanlar, lordlar yerine ozanlar, polis yerine avcılar, yontma taş devri miskinliğinin toplayıcıları, kan gibi zarif, bir alamet peşinde anadan üryan yahut kuşlar gibi boyalı, dengelenmiş aşikâr varlığın dalgası üstünde, saatsiz an-ı daimde.

Kaosun temsilcileri içinde bulundukları hale, lux et voluptas[2] ateşlerine tanıklık etmeye muktedir her şeye ve herkese yakıcı bakışlar atarlar. Ancak terör noktasına varana dek sevdiğim ve arzuladığım şeylerle ayığım – geri kalan her ne varsa kefenli mobilyalardır, gündelik anestezidir, beynin bokudur, totaliter rejimlerin alt-sürüngen can sıkıntısıdır, basmakalıp sansür ve beyhude acıdır.

Kaosun avatarları tıpkı casuslar, sabotajcılar, amor fou[3] suçluları gibi hareket ederler, ne kendilerini düşünmeden ne de kendi çıkarlarına; çocuk gibi kandırılabilir, barbarlar gibi terbiyesiz, takıntılarla yaralanmış, işsiz, duygusal açıdan dengesiz, kurtmelekler, tefekkür aynaları, gözleri çiçekler gibi, tüm alamet ve manaların korsanları.

İşte burada emekliyoruz kilisenin, devletin, okulun ve fabrikanın, tüm paranoyak yekpare taş duvarları arasındaki çatlaklarda. Yabanıl hasretle kabileden bağlarımız kesilmiş, kayıp sözcüklerin, farazi bombaların peşinde tünel kazıyoruz.

Olası son amel bizleri bağlayan görünmez altın bir sicim olan algının kendisini tanımlayandır: adliye koridorlarında gayrı-meşru bir dans. Şuracıkta seni öpecek olsaydım buna terör eylemi derlerdi – öyleyse altıpatlarlarımızı yatağımıza alalım ve bir vaveylayla kaos tadının mesajını kutlayan sarhoş haydutlar gibi gece yarısı şehri uyandıralım.

[1] filojiston: Yunanca tutuşkan anlamında, simya ilmine göre maddelerin yanmasına
neden olan ilke
[2] lux et voluptas: Latince “ışık ve haz”
[3] amor fou: Fransızca “kara sevda”


                                                                                                              T. A. Z.
                                                                                                     Geçici Otonom Bölge,
                                                                                                     Ontolojik Anarşi,
                                                                                                        Şiirsel Terörizm
                                                                                     
                                                                                                            Hakim Bey

4 Mayıs 2015 Pazartesi

mini öykü denemeleri - ii

                                                                                                                    tavariş staline,

paralel evrenlerin birinde bir tuncay yaşarmış ahıska'nın uravel köyünde

(bu hikâye hüzünlü bir hikâye değildir, umutlu bir hikâyedir. sonbaharda geçer ama sonsuz güneşlidir. tonu taş, toz grisi değil ağaç yeşilidir. dünya savaşları yaşanmamıştır bu hikâyede. en fazla kahvede "taş çaldın kavgası" yaşanmıştır. erkekler ne için, kim için savaştıklarını bilmedikleri halde, panzerlerin karşısında titrememiştir. kadınlar, gelmeyecek olanları beklemeye devam etmemiştir. "soykırım", "mezalim" veya "katliam" kelimesi, literatüre geçmemiştir. insanlar, hayvan trenlerinde, aylarca, oradan oraya sürülmemiştir. "göçmen" kelimesi, sadece kuşların önüne konar. "mülteci" kelimesi, zevkine seyahat eden turistleri, aylakları tanımlamak için kullanılır. bireyler, iktidarı elinde tutmanın etkisiyle çıldırıp, bilgisayarda strateji oyunu oynar gibi on binlerce yüz binlerce insanın kaderiyle oynamamıştır. insanlar doğar, büyür, ölür köylerinde; rutindir bu. rutin huzurdur. "sıkılmak" henüz icat edilmemiştir. an sonsuzdur, sessiz sakin akar. taş yerinde; taş üstünde durur. ırmak akar gider yavaşça; aklında huzura kavuşacağı denizin hayali, sihirsiz asasıyla yollara düşmüş derviş kimi. ağaç kökünü saldığı yerde kalır. geçmiş bulunduğun yerdir; gelecek de. insanlar, parmaklarıyla cansız aletlere dokunarak değil, bağırarak, ellerini kollarını sallayarak iletişim kurarlar. elektrik icat edildiğiyle kalmıştır. kentler değersizdir bu hikâyede. hem bir şehirde ne yaşanabilir ki hikâye malzemesi olacak?

hikâye tek cümlede, başlamadan biter. dereyi görmeden akışını, ormanı görmeden meşe ağaçlarının gölgesinde öğle uykusunu anlatamam size.)

hayil hitlere,
                                                                                                              

20 Şubat 2015 Cuma

aylak lamba

                                                                            otuz kasım ikibinondört
                                                                                 sıfırüç otuziki
   
fazla kelimeye gerek yok: yere düşmüş, düştüğü yerde öylece kalmış tozlu masa lambası, halimi çok iyi özetliyor. bu ampülsüz lamba, eşyanın fıtratına aykırı davranıyor. masada durup, masayı aydınlatacağı yerde, umarsızca, sorumsuzca yerde duruyor. sadece duruyor. eşyanın tabiatı durmaktır zaten; insanın ona layık gördüğü yerde durmak. bu ise durmuyor, düşüyor. belki de onu esas yerine koymayıp eski gazete yığıntılarının üzerinde idareten ─temizleyene ve bir ampül alıp takana kadar bırakmama isyan ediyor. veya bana kendisini temizlemem, odaya da çekidüzen vermem gerektiğini hatırlatıyor. eşyaya bak sen!