25 Mart 1974
(...)
Yeni roman dizisi için notlar:
Bu
dünya geçicidir. Bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece
kısa ömrü için gereklidir. Bunu unutmamalı. Mezarlıklar bu nedenle
gözümüzün önünde bulunmalı. Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek
mezarlar yer almalı. Her şey geçicidir. Belgeler gereksizdir, unutulacak
ayrıntıları yazmak anlamsızdır. Belki de unutmak esastır. Öğrenmek,
kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirine
benzer taşlar, yazılar, yapılar olmamalıdır. Putlar gibi ayırıcı
özelliği olmamalıdır. Hıristiyanlık da ikonoklast bir dönem yaşadı; ilk
Hıristiyanlar eski Yunan ve Roma'dan kalan anıtları yok ettiler.
İslâmlık, özellikle Osmanlı bu işi daha ciddiye aldı. Osmanlı, İslâmlığı
ciddiye aldı. İslâmlık put kırıcılığını ciddiye aldı. Osmanlı bunu
İslâmlığın ciddiye alınışından da öteye götürdü. Kuralları ciddiye aldı,
insanı ciddiye almadı. Sorunların sayısını azaltarak mutluluğu
arttırmaya çalıştı. Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek
istedi. Nevzat Tandoğan, yakalanıp yanına getirilen bir solcuya, ‘Bu memlekete komünistlik gerekirse onu da biz getiririz. Sana ne oluyor?” demişti. Bireye ne oluyordu? Yahya Kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. O, geleneği temsil ediyordu. Onunla tartışılmazdı. Kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, ‘Kim bu adam?” demişti. Osmanlı gösterişi sevmiyordu. Küçük saraylarda, ahşap evlerde oturuyordu. Tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. Bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için bir araçtı. Bunun yanısıra halk, kendi düzenini ayrı bir biçimde geliştirdi. Bugün Saray dili yaşamadı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmî dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. Bu bakımdan Devlet, Kafka’nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye çok benzer. Lale Devri bir bakıma istisnadır. Devlet her türlü eleştiriye kapalıdır. Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır; felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdet-i vücud'dur. Şiirde, divancılar ‘biz’diye seslenir. Eleştiri çirkini güzelden ayırır; oysa çirkin yoktur. Kapalı sistemdir bu. Ülkücü insan yoktur. Ülkücülük bireyciliktir. Özgün sanat yoktur. Usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. Bir bakıma gelenek de yoktur. Usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz; yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür. Ne ruhun ölümsüzlüğü, ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz. Batıya olduğu kadar, Doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu’dur, Kenar ‘Batı’dır. Ne Doğu’dur, ne Batı’dır. Kafka’nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler. Bizim ‘ilk günah’ımız belki de budur: Kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Yaşama korkusudur. Fütuhat da, herkese ve her şeye boyun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. Bir şehire kapanıp, bütün ülkenin saldırısını bekleyen sarayın korkusudur bu. Sarayı kaleye çevirenlerin korkusudur. Kardeşleri tarafından öldürülmeyi bekleyen Saray’ın korkusudur. Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden, hattâ dinden korkmaktur by. Halk Partisi’nin Köy Enstitülerinden korkmasıdır. Demokrat Parti’nin modern resimden korkmasıdır. Bazı solcuların modern edebiyattan, modern sanattan korkmasıdır. Halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır. Korkunun sonucu yabancılaşmadır. Yeni yazarların kelimeler icat ederek azınlık olma telâşıdır, toplumsal sorunlara eğilerek kendini tanıma korkusudur. Kavram kargaşası yaratarak temel kavramlardan uzaklaşma çabasıdır. Temel kavramların onu bir hiçe indireceği korkusudur. Korku ortadan kalkarsa postunu kaybedeceğinden korkan tekke şeyhinin korkusudur. Bunun için müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır, ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın. Her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ‘ilk günah’ımız budur: cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. Hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu farketmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Bilim bunun için tehlikelidir, felsefe bunun için tehlikelidir, ‘deneme’ bunun için tehlikelidir, roman ve hikâye bunun için tehlikelidir. Belirli kalıplar içinde kalan şiir bunun için tehlikesizdir. Taklitçi olmayan Batıcılık bunun için tehlikelidir. Gerçeği arayan Doğu bunun için tehlikelidir.
Bunun yanında, halkın ‘oyunlar’ dışında kalan bölümü başka türlüdür. Aynı biçimde hisseden aydın, başka türlüdür. Halk, her şeye rağmen sanatını sürdürmüştür. Fuzulî, rüşveti şikâyet etmiştir, Ramazanın yaşamasız düzenine karşı çıkmıştır, meyhaneyi övmüştür, Nedim de öyledir, Nefi de, Ruhîi Bağdadi de. Birçok insan, birçok söz de bu arada kaybolup gitmiştir. Bu bakımdan sözlü gelenek araştırılmalıdır. Yazılanlar, korkunun onayından geçtiği için, ağızdan ağıza dolaşan sözler önemlidir. Ayrıca bütün eski uygarlık kalıntılarını halkın mı, yoksa başkalarının mı yok ettiği araştırılmalıdır. Halk içinde ‘pagan’ efsanelerin yaşaması önemlidir. ‘Konuksever’ olarak bilinen bir halk, kapalı bir sistem yaratabilir mi? ‘Türk’ kelimesi, Osmanlı Devletinde yüzyıllar bolunca aşağılayıcı bir deyim olarak kullanıldığı halde, sonunda bu devlete Türkiye Cumhuriyeti sahip çıkmıştır. Ayrıca, birkaç kafatası meraklısının dışında bu Türk, ‘Turan’ ülkesinin değil, Anadolu insanı olarak önem kazanmıştır. ‘Turan’da yaşayan Türkler, daha düzenli bir rejim içinde oldukları halde Anadolu insanı kadar varlık gösterememiştir.
Romanın kahramanı halkı içinde duyan bir aydındır; ama halkın bütünüyle onu anlaması mümkün değildir. Bununla birlikte onun kendilerine yabancı olmadığını bilirler. Kahraman onlardan bir şeyler taşıdığını bilir, ama onda fazlalıklar da vardır, kahraman bilinçlidir. Yoksunluğun erdemlerini bilir. Ne yazık ki yoksunluk içinde yetişenlerin çoğu, halka yabancılaşma çabası içindedirler. Toplumcu olanların cogu böyledir. Küçük hesapların peşindedirler. Aslında ünlü olmak ve rahat bir yaşantıdır umdukları. Dergiler çıkarırlar, aslında burjuvanın hizmetindedirler. Ulaşamayacaklarını düşündükleri güzellikleri de kötülerler... Bunlar da kahramandırlar, yaşantıları olmayan kahramanlar, insan taklitleri. Geçmişte de örnekleri vardır. Korku düzeninin vazgeçilmezliğine inanırlar bilinçli ya da bilinçli olarak. Yeteneksizdirler. Romanın bir kahramanı da yaşantısı renkli, ama bunun üstüne çıkamayan bir yarı aydındır. Duyarlığı kararsızdır, halktan uzaktır. Bir başkası da her şeye olumsuz öfke duyar, halka hırslanır. Yabancılaşmayı bilinçli olarak ister.
Romanda, birey olma düzeyine gelememiş olanlar, tek insan gibi değil, bir sürü olarak -biraz destansı- anlatılacak. Onlar zaman boyutunun da biraz dışındadırlar. Geçmişteki örneklerinden çok farklı değildirler. Oysa tek kahramanlar yer yer diyalektik bir sıçrama gösterirler zaman boyunca. Kendi toplumlarının damgasını sürüye oranla daha çok taşırlar. Yalnız bunlar da toplumun evrensel korkusuna yabancı değillerdir. Bu korkunun bilince varmış olsalar bile hareketlerinde çoğu zaman onun etkisinden kurtulamazlar. Bu bakımdan olumsuz tiplerdir. Bir de her dönemin başarılı kahramanları vardır. Bunların çoğu uzlaşımcıdır ve bir sürü tipinin becerikli örnekleridir. Bir de devlet var tabii. O da kolektif kahramandır. Sıçrama gösterdiği ender zamanlarda başarısızlığa uğrar. Bizim insanımız da başka türlüdür, devletimiz de. Onda tesüdüfi olan, rasyonel olmayan, keyfi unsurlar çoktur. Batıya benzemez. Sıcak bir görünüm alır aklın dışına çıktıkça; fakat bizde insana da devlete de güvenmeye gelmez; pahalıya mal olur sonra.
Bu, olaylı bir romandır. Fakat gene yer ve zaman pek belli değildir. Çünkü insanında henüz bu kavramlar tam olarak gelişmemiştir. İnsan henüz toprağa yerleşmemiştir, kafasında geçmiş, bugün ve gelecek tam ayrılmamıştır. Bu yüzden çeşitli dönemler bir arada verilir, bir arada yaşanır. Tarihi boyunca hemen hiçbir toplumu, belirli bir dönemin malı olduğu bilincine varmamıştır. Her yüzyılda, başka yüzyılların toplulukları yeralır. Bu bakımdan karmaşık bir toplumdur. Bu toplumların ortak yanı onlara hâkim olan dış etkenlerin aynı oluşu ve hepsinin de kendi içlerinde bile bir anakronizm yaşamakta oluşlarıdır. Hiç biri olduğu gibi olmaktan memnun değildir. Hepsi de kapalı sistemin kurbanıdr. Çünkü özelliklerini tanıyarak kendilerine göre bir yaşantı kuramamışlardır. Batıya hayır, ama ne yapmıştır bu olumsuz cevaptan sonra?
Halkın yaşantısı canlıdır; çünkü gerçek olmayan bir halk düşünülemez; ama burjuva olmaya çalışan, aydın olma özentisi içinde çırpınan azınlığın yaşantısı ölüdür. Yakıştırmadır. Büyük caddeler, yüksek yapılar suskunluk içindedir. Bu da kapalı bir sistemdir; üstelik kuralları yoktur. Her ailenin çocukları dağılır gider. Yaşantısızlıklarını gürültüyle örtmeye çalışırlar; partiler, araba yarışları, uyuşturucu maddeler, aşırı cinsel ilişkiler, para kazanma. Batılı ağabeylerinin sönük kopyalarıdır hepsi aslında. Boyutları küçüktür; bunların da kahramanları vardır; ama hemen soluklaşırlar, aleladeleşirler. Oyunu sonuna kadar götürecek güçleri yoktur. Çoğu bir ‘turist’ gibi yaşarlar ülkede. Gerçek kapitalistler bunların arasında görünmezler. En nadir kuşlar bunlardır. Devletin başında olanlardan daha özgün ve ilginç kişilikleri vardır. Yalnız iş dünyasında çoğunlukla kolaya kaçtıkları için bu bakımdan renksizdirler.
Üçlü bir roman dizisi olursa insan-devlet-toplum temalarına göre ayrılabilir. (Bu ayrım kesin değil.) Devlet bölümünde savaş önemli yer turar. Ayrıca savaş, bu üç temanın birbirine en çok yaklaştığı olaydır. Askerlik, insanı devlet içinde eriten en önemli etken olarak görülüyor. Kişiliğini bulamayan insan, daha büyük saydığı bir kavram içinde ezilmekle, sanki onun kişiliğini ediniyor, öyle hissediyor. Bir şey adına hareket ediyor artık. Burada tek kişi önemsizdir. O halde onun önemsiz bir kişiliği olması da önemsizdir. Memur da bir bakıma öyledir. Halktan kopan her halk adamı da öyledir. Toplumcularımız da çoğunlukla aynı biçimde hissettiği için asker-aydın yakınlaşması belki de bu ruhsal temele oturuyor. Eskiden insanımız ‘kapalı’ olduğu için dünyanın farkında değildi. Bugün bütün dünyanın ‘müktesebat’nının korkunçluğunu artık hissettiği için eskiye dönmek istiyor. Onu ‘Kaybolan Cennet’ gibi görüyor. Bakalım ne yapacak? (Acıklı)
Biz insanı anlatıyoruz, biz çıkmazı çözümlüyoruz. Onu seviyorsak, çizdiğimiz resim bir aydınlık getirir. Biz onu olduğu gibi sevimli buluyoruz. Nasıl olduğunu seziyorsak inandırıcı bir resim çizeriz. Bir köşesinde biz de yer alırız. Burada insanı çok tezatlı yönleriyle belirtmek önem kazanıyor. Çağında yaşamayan ve tutarsızlıkları aynı anda hisseden insanımız, 28 M. Çelebi’nin tiyatroya şaşırması gibi özelliklerinin yanısıra Aksaray’daki meyhanede rasladığım emekli Balıkhane memurunun Gogol demesi gibi şaşırtıcılık da taşıyor.
s. 90-104
Günlük
Oğuz Atay